Güncel Haber

Tools
A+ R A- wide normal
  • Skip to content
  • Anasayfa
  • Haber
  • Kültür
  • Spor
  • Magazin
  • Duyuru
  • Galeri
  • Impressum
  • Kontak

Haberler

Joomla Templates and Joomla Extensions by JoomlaVision.Com
img
img
img
img
img
img
img
img
img
img

Hamburg'da CHP Kongresi beklenen ilgiyi görmedi

İki yıl önce çekişmeli bir biçimde kurulan CHP Hamburg- Schleswig…

Devamını oku: %s

HTBB: 'Gazetecileri susturmayı hedefleyen saldırıları kınıyoruz

Hamburg'da NDR adlı TV kanalında çalışan ve son dönemlerde IŞİD'e…

Devamını oku: %s

ATIK'e yönelik operasyonlar Avrupa'da Protesto edildi

16 Nisan günü,  Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyon ATİK’in üyelerine  yönelik…

Devamını oku: %s

ATİF’ten Sahiplenme Çağrısı

Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu, Almanya ve İsviçre’de ATİK’e yönelik gelişen…

Devamını oku: %s

Alevi dernekleri: 'Güçlü'nün özrü kabahatinden büyük, iftiralarına son versin'

Avrupa'daki ülkücülerin çatı örgütü Türk Federasyonu'nun 18 Ocak tarihli Hamburg'ta…

Devamını oku: %s

Hamburg'da Mülteci çocukların kaldığı Konteynerler yandı

Mustafa Akpolat Hamburg Hammerbrook semtinde bulunan Bullerdeich caddesi üzerinden etrafı…

Devamını oku: %s

HDP, Hamburg seçim irtibat bürosunu açtı

12 Nisan Pazar günü, Türkiye'de gerçekleşecek olan 7 Haziran genel…

Devamını oku: %s

Hamburg'da Yeşiller, SPD'ye koşullsuz teslim oldu‏

Almanya'nın Hamburg şehrinde 15 Şubat eyalet seçimlerinde en çok oyu…

Devamını oku: %s

İstanbul'da öldürülen Şafak, Bahtiyar ve Elif için yürüyüş düzenlendi

Gezi eylemleri sırasında polisin sıktığı gaz fişeği sonucu başından vurularak…

Devamını oku: %s

DHKC Berkin Elvan dosyasına bakan savcıyı rehin aldı

DHKC, Çağlayan Adliyesi'nin 6. katında Berkin Elvan soruşturmasına bakan savcıyı…

Devamını oku: %s

SOPHİA SCHOLL VE DENİZLER

Salı, 03 Mayıs 2011 22:15 Düzenleyici
e-Posta Yazdır PDF

SOPHİA SCHOLL VE DENİZLER


 

17 Şubat 1942
Bir genç kız ve 4 genç erkek...
Baskı makinası...
Binlerce bildiri...

Loş bir atölyede gizlice Hitler Almanya'sına karşı bildiriler hazırlanıyor.

Bildiriler, zarflanıyor ve pullanıyor...
Yeterli zarf ve pul olmadığından kalan bildiriler ne olacak tartışması...

Birden, Hans Scholl: " Yarın bunları üniversitede gizlice dağıtacağım!" diyor.
Arkadaşları: " Olamaz! " diyorlar.
Kızkardeşi SOPHİA SCHOLL : " Ben de varım!" diyor.
Sophia, bir şişe şarabı, 5 bardağa bölüştürüyor ve sigaralarını şarapla içiyorlar.
Sonra vedalaşıyorlar.
Sophia ve Hans Scholl atölyeden ayrılıyorlar.
***
Her şey beyazperdede... Bir film...
***
18 Şubat 1942
Hans ve Sophia Scholl ellerinde içi bildiri dolu iki bavul ile Münih Üniversitesi'ne giriyorlar.
Sophia, felsefe ve biyoloji; Hans, tıp öğrencisi bu üniversitede...
Üniversitede herkes derste... Bildiriler koyulabilinecek her yere koyuluyor.
3000 bildiri...
Son bildiri tomarı Sophia' nın elinde.

Ve onları da üst kattan atıyor Sophia... Havalarda uçuşarak aşağıdaki salona dağılıyor tüm bildiriler.

Ve ALARM...

Üniversite bekçisi, bildiri dağıtanları görüyor.
Polisler, Sophia ve Hans Scholl'u yakalıyorlar.
Sophia, önce her şeyi inkâr ediyor.
3 gün sorgulama devam ediyor.
Sophia Scholl, ağabeyi Hans Scholl'ün daha önce
" Weisse Rosen -Beyaz Güller " tarafından dağıtılan bildirilerle ilişkisi olduğunu öğreniyor. Çünkü ağabeyi Hitler ile ilgili düşüncelerini, ölümü bile bile söylemiştir.
Sophie Scholl bunu öğrenince bildirileri dağıttığını söylüyor.

22 Şubat 1942
3 kişi yakalandıklarının 4. günü askerlerden oluşan 3 saatlik
" Halk Mahkemesine " çıkarılıyorlar.
4 gün sorgulama ve 3 saatlik mahkeme.
Suç, Hitler Almanya'sına karşı düşüncelerini yazılı bildirilerle bildirme...

Mahkemede Sophie Scholl' ün son sözü:"Bizim yargılandığımız
bu yerde yakında sizler yargılanacaksınız!
" oluyor.


Ölüme gitmeden önce 3 kişi son kez buluşturuluyorlar. Bir sigara
3 kişi tarafından içiliyor. Ve Sophie: "Güneş parlıyor daha!" diyerek
birbirlerinden ayrılıyorlar.

Film gibi yani...
Herşey 4 gün içinde....
Ve de aynı gün infaz gerçekleşiyor...

***
Birden 68 kuşağının 3 lideri geliyor gözümün önüne...
Denizler...
Çocuk yaşımdaydım. Sabah, Malkara'da amcamların evinde
radyodan asıldıkların duymuştum.
Denizleri ve Deniz ile ilgili kitabı daha sonraları okuyacaktım.
Önce duygusallıkla ağlayıp sonra bu kahramana hepimiz aşık
olduk.
Sonra ne için mücadele ettiğini ve Sophie Scholl gibi ölüme
gittiğini anladık.
Denizler de, 1968'de Samsun' dan Ankara' ya " Tam Bağımsızlık
İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü
" düzenlemişlerdi.

" Biz Türkiye'nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız " demişlerdi.

Babasına yazdığı mektupta: " Sana her zaman müteşşekirim
baba. Çünkü, Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni.....Düşün
baba, bugün hükümet işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor.
Çünkü, bizden başka muhalefet kalmamış durumda...Biz onları
çoktan tarihin çöplüğüne atmış durumdayız. Ya vatan ya ölüm!
"
diye yazmıştı.
***
Sophie Scholl' da babası ve annesi ile vedalaşırken:
"Üzülmeyin baba!" demişti.
Babası da : " Sizinle gurur duyuyorum." demişti.
***
Ve son iki gün Deniz, filtreli sigara içiyordu.
" İki gün öncesine kadar Birinci sigarası içiyorduk. Sonuç belli
olunca iki gün filtreli sigara içelim!
" dedik.
***
Sophia ve arkadaşları da sigara içerek ayrıldılar.

Sophia Scholl filmi üç ödül aldı.
Almanya' da 10.sınıf öğrencilerini tarih ya da sınıf öğretmenleri
bu filme götürdüler. Film, derste sonra incelendi.

Sophia Scholl'ü izlerken ara sıra Deniz Gezmiş'i izledim
beyazperdede...
İkisi de uzun boylu...
Biri kadın...
Biri erkek...
Denizlerde üç arkadaştı...
Sophieler de üç kişiydi ölüme götürülürlerken...
Denizler boğazlarından asıldı...
Sophiaların başları kesildi...


Almanya'da 22 Şubat 1942
Türkiye'de 6 Mayıs 1972
Arada 30 yıl var...
Filmi izlerken düşünmeden edemedim... Denizlerle yapılan bir filmi,
tüm 10. sınıf öğrencileri, öğretmenleri ile birlikte sinemaya gidip izlese
ve de film ders konusu olarak tarih dersinde işlense!
Hayal mi bu?

2005 yılından sonra çok şeyler değişti Türkiye'de. Denizlerle ilgili filmler çevrildi. Tartışıldı. Tarih kitaplarında da yerini alma umuduyla...

 

Nazlı Özdemir

Kullanıcı Değerlendirmesi: / 1
ZayıfEn iyi 

Bir kadının penceresinden AKP

Cumartesi, 28 Mayıs 2011 21:35 Düzenleyici
e-Posta Yazdır PDF

 



Selvihan Sevindik

1934 tarihli kanunla milletvekili seçme ve seçme hakkına sahip olan ve erkeklerle eş hakka sahip olan kadınlarımız, emansipasyon acısından da Dünya'da bir ilke imza atmıştı. Aradan sadece 76 yıl geçmesine rağmen, kadınlarımız Türkiye nin çoğu bölgelerinde bu haklarından malesef ya hiç, ya da kısmen faydalanmışlardır. Erkek eğemenliğinin yoğun olduğu ülkemizde, malesef her zaman kadınlarımıza çifte standart uygulanmaktadır.Günümüzde, yani 21.yüzyılda bu ayrımcılığın minimuma inmesi gerekirken, bir gerilemeyle karşı karşıyayiz. 2008'den beri ülkemizde cinsiyet eşitsizliği hizla artmakta.Toplumsal cinsiyet indeksine göre Türkiye, hızla 139.uncu sıraya gerilemiştir. Hele ki AKP döneminde bırakın kadın haklarını, kadınların çoğu haklarından men edildiklerini, 2.ci hatta 3.cü sınıf insan kategorisinde yer aldıklarını, sırası geldiğinde de kurbanlık hayvan gibi katledildiklerini ibretle izlemekteyiz.
Ankara Tabip odası kadınlar komisyonunun açıklamasına göre, son 7 yılda kadın cinayetlerinin %1400 arttığı ve günde ortalama 5 kadının cinayete kurban gittiği yönünde.Katliyam boyutuna ulaşan bu cinayetlere alınan önlemlerde son derece yetersiz olmasıyla birlikte katillerin yargıdan haksız tahrik indirimi alarak ,çok az bir cezalarla kurtulduklarını, dolayısıyla devamlı öldürmeyede böylelikle teşvik edildiklerini görmekteyiz. Kadına yönelik şiddetin, cinayetin, tecavüzün nedenleri eğitimsizlikten ve ya sapıklıktan kaynaklanmıyor. Başta erkek egemenliğinden doğmaktadır. Çünkü şiddet kadınların emeklerini ve bedenlerini baskı altına almanın ve denetlemenin en doğru aracıdır. Bu medyanin ve yargının desteğiylede malesef güçlenmektedir.Toplumsal değer yargılarında kadının erkekten değersiz görüldüğünü, ve bu nedenlede kadın cinayetlerinin ve tecavüzlerinin aslında politik olduğu; yani hükumetin sessiz kalışından bu vakaların münferit değilde sistematik olduğunu düşünmekteyim.
Hazır yargıdanda söz açılmışken, AKP yargısında da kadına yer yok. Son hakimler ve savcılar yüksek kurulu seçiminde 5 bin 528 aday arasından 211 kişi yargıtay ve daniştay üye seçilirken, kadın yargıclara negatif ayrımcılık uygulanarak, yaklaşık 1000 kadın adayından yalnızca altısı listeye gire bilmiştir.
Bu rakamın sadece 6 olması AKP'nin her firsatta dile getirdigi "pozitif ayrımcılığın" sözde kaldığını ortaya koymakta. Ayrıca ülkemizde hiç kadın valisi olmadığı gibi, kaymakamlarında sayısının düşük olduğunu bilmekteyiz. Anlayacağınız kadın yargıç sayısının bir zamanlar %40 lardayken, günümüzde sadece %3 olması eşitsiz bir adalet sisteminin acı gerçeği. AKP'nin içine baktığımızda da, 31.790 belediye meclis üyesinin sadece %0,4ünü kadınlar oluşturmaktadır. AKP'nin yönetim kadrolar içersinde yer almasını istemediği kadınlara meydanlara çıkıp çok çocuk yapmaları yönünde tavsiyeler, Tayyip Erdogan'in 8 Mart kadınlar gününde, kadınlara çağrısı "en az 3 çocuk doğurun" olmuştur! Böyle bir günde günün anlamını taşıyacak sözler edeceğine; yani kadınlarımızı okumaya çalışmaya, kimseye muhtaç olmadan kendi ayaklarnın üzerinde durmalarına teşvik edeceğine, çok çocuk yaparak iş dünyasından uzaklaşmalarını, eve bağlanıp el aleme muhtaç olmalarını üstü kapalı bir şekilde önermekte. Peki,  bir ailenin üç çocuğunun yetişmesi veya eğitimi için hangi imkanları sunmakta? Hiç!!!
Zaten AKP yaşanan işsizlik sorununuda kadınlara yüklemişti. 2009 yılında AKP devlet bakanı Mehmet Şimşek, kriz döneminde" iş arayan kadınların işgücüne katılımı artıyor ve dolayısıyla işsizlik oranı artıyor" diye  bir açıklama yapmıştı.
Bunlar yetmezmiş gibi ülkemizde çalışan kadınların %52 sinin sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmadıkları, yani sigortasız ve iş güvencesiz olduklarıdır.
İş dünyasında kadına bu haksızlıklar yapılırken,okullarda da durum farklı değil.
Kızlarla erkeklere ayrı okul önerisini AKP'nin kadın Milli Eğitim BakanI "prensipte kabul ettiğini" açıklayarak, mollalığı tasvip etmişti.
Molla devrine olan sempatinin bir diğer örneğide çok eşliliktir.1926 yılından beri Türkiyede yasak olan çok eşlilige nazaren, AKP milletvekillerinin çoğunun çok eşli olmaları ve destekledikleri görünmekte; AKP Rize belediye başkanı, Halil Bakırcı'nın 01 Temmuz 2010'da "ikinci eşinizi Doğudan alın" çağrısı yaparak, çirkin bir irk ve çinsiyet irkciliği teşvik ettiklerinin göstergesidir.
18 Temmuz 2010'da "kadın, erkek eşit değildir. Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadınar ve erkekler farklıdır, bir birirnin mütemmimidir" diyen Recep Tayyip Erdoğan'in adalet, özgürlük eşitlik anlayışı ne ola bilirki?

.............


-Eğer ki bir ülkede konser veren bir bayan sanatçı (Şebnem Ferah, İstanbul Teknik Üniversitesi) kendini dinlemeye gelen hayranlarına, "Kadınlar için oy kullanın! Eğer sanatcıların, müzisyenlerin, özellikle kadınların tekrar sahneye çıka bilmelerini istiyorsanız, mutlaka gidip oy kullanın".... diye çağrı yapıyorsa.
-Eğer ki Cumartesi Anneleri AKP binası önünde tabutluk eyleminde "daha fazla kan istemiyoruz, bu tabutun içinde acılarımız, parçalanan yüreklerimiz, parçaladığınız evlatlarımız var" diye isyan ettiklerinde polisler tarafindan coplanıyorsa
-Eğer ki rakip partilerdeki kadın vekiller polis şiddetine maruz kalıp, kangren tehlikesi altında ve ya kemiklerinin kırılmasıyla karşı karşıya kalıyorsa
-Eğer ki sokak ortasında kadınlarımız sırf cemaat zihniyetine uygun olmadıklarından tecavüze ve cinayete teslim ediliyorsa "ŞOVENİZM, FAŞİZM ve GERİCİLİĞİN" tekrar geldiğinin işaretleridir .....
Sadece bir kadın olarak değilde, genel olarak baktığımızda neler görüyoruz?
Ortada emperyalist ülkelerin ve siyonistlerin kurmuş olduğu bir çetenin, ülkeyi soyup soğana çevirdiğini; ülkeyi parsel parsel sattığını; yollarına çıkan herkezi, bilhassa "DÜŞÜNEN BEYİNLERİ",yok Ergenekoncu, yok PKKci diye ortadan kaldırdığını, rakip Partilere tuzak kurarak, kaset davasıydı diye insanların özel hayatlarını gözler önüne sergileyip, Partiyi yıldırmaya çalışması; ateşkes anlaşması olmasına rağmen Doğu Anadoluyu savaş alanına çevirip halka işkence uygulayıp; ve o halkın desteklediği Partiyi seçimi boykotlayıp seçimden geri çekilmesi için zorlayan; diğer Parti başkanını mezhebinden dolayı eleştiren;sınavları şifreleyerek çocuklarımızın geleceğiyle oynayan; halkı sömürmeye ve 13 milyon insanı yoksulluğa iten; Türkiye'nin cari açığının 8 yılda 200 milyarı aşmasını sağlayan; 22.275, 65 yaş üzeri emeklinin iş aramasına neden olan; suç oranlarının artmasını sağlayan; dini kötüye kullanip, insanları diyabolik  yollarla kendine inandıran; dine, islama dayanmasına rağmen devleti olmayanın Cuma namazı kabul olmaz diye azınlık halkları rencide eden, Allaha şirk koşan; İnternet yolunu sansürleyerek insanları Dünya ile bağlantısını ve ufkunu daraltmak isteyen; şaibeli oy yoluyla iktidar olan; seçim meydanlarında belden aşağı sözler kullanan,vs....Böyle bir insana sizce Başbakanlık sıfatı ne kadar yakışıyor?
Gündemimizde işsizlik sorunu; Kürt sorunu; faili meçhul cinayetler; emeklilerin yetersiz maaşı; sokaklarda çocuklarımızın barınması; asgari ücretin yaşam sınırının çok altında olması; NATO'nun esiri olmamız; esnafın çiftçinin sorunları, karşılıksız emekleri; Amerikanın uşaklığı; zorunlu din dersi, Cem evlerinin veya diğer ibadet yerlerinin kabul görmemesi; Üniversitelerde şifre; hala paralı eğitim; kadınların 2.ci sınıf muamelesi gibi nice sorunlar varken,Türkiye'nin başbakanı kendi milletine meydan okumakla, tehditler yağdırmakla meşkul. Bir ülkenin Başbakan adayı, o ülkenin sorunlarıyla ilgilenmeli, çözüm sunmalı. O ülkenin birliği ve berabeliği için caba göstermeli. O ülkenin "Hayat Kalitesini" düzeltmek ve yükseltmek için gayret gösterip, adın pozitif olarak, ama bir o kadarda  kudretli, milleti ve vatanı için bir kalkan misali Dünyaya tanıtmalı.....

Ben bir kadın olarak, en baştada bir insan olarak, baktığım pencerenin kepenklerinin indirilmesini istemiyorum. Ufkumun açık, fikirlerimi hürce ifade ede bileceğim, kimsenin sömürüsüne uğramadan, kimsenin esiri olmadan insanca; herkesin eşit haklara sahip olacağı, dil, din, irk ayrımı yapılmadan, yan yana yaşaya bileceği, cennet misali bir Ülke istiyorum. Ben karanlıklarda kalıp, kaybolacağım bir Ülke istemiyo rum.....
Ben bir Molla iktidari, bir saltanat istemiyorum. Ben kadılardan yönetilecek bir yargi istemiyorum. Ben bir gün kendini "HALIFE" bile ilan edecek bir Başbakan istemiyorum.....sizlerde istemiyorsanız, oylarınızı doğru kullanın!

"72 millete bir gözle bakmayan halka müderris olsa da;HAKK´a asidir"....(Haci Bektaş Veli)
"Evrensel bir dünya için, Evrensel insan gerek"

Son Güncelleme: Cumartesi, 28 Mayıs 2011 21:36

Yeterki onursuz olmasın aşk!

Perşembe, 12 Ocak 2012 21:55 Düzenleyici
e-Posta Yazdır PDF

Emel Schröder


Ben küçükken çevremdeki büyüklerimden “bizim zamanımızda” ile başlayan cümleler duyduğumda gülerdim hep ve bana haylı ilginç gelirdi. Kim derdi ki günün birinde ben de bu iki kelimeyle başlayan cümleler kuracağım.
Zaman içerisinde bazı şeylerin değiştiğini, daha doğrusu hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını kabul ediyor insan ama konu ASK olunca “bizim zamanımızda aşklar başka yaşanırdı” demek üzüyor beni hemde kendimi Aşk´a aşık birisi olarak tanımlıyorken.
Eskiden Aşk başkaydı, çoğunuz okuyunca bana hak vereceksiniz. Aylarca aşkımızı içimizde saklar, ne yapacağımızı bu aşkı nasıl dile getireceğimizi şaşırırdık. Hem karşımızdakine belli etmek için cabalar, hem de herkesten saklamak için binbir türlü caba harcardık. Bir kaçamak bakış için neleri feda edebilirdik bir düşünsenize.
Aşkımızı daha fazla içimizde saklayamayıp karşımızdakine açıldığımızda herşeyi göze alırdık, nasıl olumlu bir cevap aldığımızda dünyaların bizim olma ihtimalini hesaplıyorsak ve bunun için seviniyorsak, olumsuz bir cevap aldığımizda da dünyanın başımıza yıkılacağının, artık uzunca bir süre yüzümüzün gülmeyeceğinin de hesabını yapardık. Ama her zaman bu riski almaya değerdi. Çünkü aşk herşeye değerdi!
Ama hepsinden önemlisi, karşımızdakinin hislerine saygı duyardık, bizimle aynı duyguları paylaşmayan birinin karşısına ikinci bir defa çıkmaktan, onu rahatsız etmekten ödümüz kopardı. Çünkü hem Aşk´a ve aşık olduğumuz kişiye sonsuz saygımız vardı hem de vazgeçemediğimiz onurumuz. Üzülürdük evet çok üzülürdük ama “kol kırılır yen içinde kalır” dı ya da “kan kusulur kızılcık şerbeti içtim denir” di.
Geçen ve değişen zamanla aşk da çağa ayak uydurmuş. İnanılmaz bir hızla yaşanıyor aşklar ve buna aşkı yaşayanlar bile ayak uyduramıyor nerdeyse.
Sakın yanlış  anlamayın, ilk görüşte aşk´a başından beri inanan biriyim. Birini görürsün daha doğrusu farkedersin ve o andan itibaren ya bir şey hissedersin ya da hissetmezsin. Eğer bir şeyler hissettiysen, o hissettiginin içinde büyüyüp yeşermesini beklersin, emin olmak istersin ne istediğinden.
Hayır efendim şimdi öyle değilmiş, ilk görüşte aşık oluyormuşsun, hem de hiç kendini dinlemeden, buna hazır olup olmadığını tartacak zamana ihtiyaç duymadan (mesela biten uzun süreli bir ilişkinin muhasebesini bile yapmadan). Karşındakinin hislerini hiç öğrenmeye çalışmadan ona hissettiklerini (hissedilenlerin doğru olduğunu kabul ediyorum burda) anlatıyormussun. Asıl sorun burda başlıyor işte; karşındaki “ ben sana karşı  bir şeyler hissetmiyorum” dediğinde…
Gururlu birine düşen aldığı  cevabı kabullenip aşkını yanına alıp gitmektir. Bundan sonrası kişinin kendisini ilgilendirir. Yukarıda da yazdığım gibi üzülürsün hatta kahrolursun ama kabullenirsin. Aşk tek başına da yaşanır!
Eğer aldığın cevapları kabullenmiyorsan, hatta karşındakının sözlerine inanmayıp başka çıkarımlar yapmaya çalışıyorsan, herşeyi kendi üzerine alınıyorsan, hakkı  olmadığı  halde (gerçi buna kimsenin hiç bir zaman hakkı yok) sebepsiz ve anlamsız kıskançlıklar yapıyorsan ve karşındakinin kişilik haklarına saldırıyorsan, bununla da kalmayıp terbiye sınırnı aşıp yakışmayan sözçükler sarfediyorsan ve üzerine vazife olmayan şeylere burnunun sokuyorsan gülünç oluyorsun demektir.
Kimileriniz böyle birinin cesaretli olduğunu düşünebilir, rahmetli babamın çok sevdiğim bir sözü vardı, “cesaretle aptallığı birbirine arıştırmamak gerekir” derdi. Çok haklı bence, bir yerden sonra cesaret aptallığa dönüşüyor çünkü…
Aşk her daim güzel şey, yeterki onursuz olmasın!!!

Son Güncelleme: Perşembe, 12 Ocak 2012 21:59

Dost ve Dostluk Adına...

Perşembe, 08 Mart 2012 02:07 Düzenleyici
e-Posta Yazdır PDF

Serpil Çalışkanoğlu Yalçın

Dost, insanın iyi ve kötü gününde yanında olan, onunla ağlayıp gülen, onun en mahrem sırlarını paylaşabilen, gözlerinden ve bakışlarından ne demek istediğini anlayandır..

Dost ne anne ne baba ne çocuk ne de sevgilidir. Dost, onların hiçbirinin derman olamadığı yerde derdine bahsedilmiş bir devadır. “Kapımıza değil kalbimize vuran gelsin” der Mevlana… Öyleyse dost iki ayrı bedende, bir ruh olabilmektir.

Güvenmektir… Arkanı dönebilmektir korkmadan..

Bir filmi birlikte izlerken gözyaşlarına boğulmaktır, sonra birbirine bakıp kahkahalarla gülmek. En umutsuz anlarda varlığını hissettirip hayatına can katandır…

Büyük şehirlerin kaybolmuş yalnızlığında, her birimiz içe dönük yaşarken dünyaya karşı çıplak ve savunmasız, güçsüz hissederiz kendimizi. Uçurumun kenarında gezeriz ve o anda elimizden tutup çeken tek insan yine dostumuzdur.

Dost, bir okyanusun dibinde yaşam için gerekli olan oksijen kadar önemli olan nefestir, candır..

En çaresiz acılarda çırpınırken gözyaşlarından akan yaşın vermiş olduğu kekremsi tatta sana uzanan en sadık yürektir…

Gün olur araya ayrılıklar ve yollar girer…

Hüzün bulutları sarar etrafı… Kendi kendinize sorular sorar, cevaplar ararsınız. Voltaire’in “Tanrım, beni dostlarıma karşı koru, ben kendimi düşmanlarıma karşı korurum” sözü yüreğinizi acıtsa da paylaşımlarınız aklınıza geldiğinde gerçeğin ne olduğunu düşünürsünüz.

Dostum dediğiniz el olur, yalan olur…

Pir Sultan Abdalım Can Göğe Almaz

Haktan Emir Olmasa Rahmet Yağmaz

Şu Ellerin Taşı Bana Hiç Değmez

ille de Dostun Bir Tek Gülü Yaralar Beni Beni

Ne kadar ince, zarif ve anlamlı bir söz. Başkalarının sözleri, davranışları dokunmaz, etkilemez insanı, dost dediğimiz kişiden uğradığımız en küçük hayal kırıklığı nasıl da yaralar bizi.

Shakspeare “Dost yarası yaraların en derinidir” demiş.

Kırılmamak adına dostluğun sıcacık sevgisinden vaz mı geçmeli, her şeyin bir başlangıç ve sonu olur düşüncesiyle yeni dostluklara “merhaba” mı diyebilmeli? Bilemedim….

 

 

Son Güncelleme: Perşembe, 08 Mart 2012 10:26

Hamburg-İslam Kuruluşları Sözleşmesi-Nihat Ercan

Çarşamba, 03 Nisan 2013 09:38 Düzenleyici
e-Posta Yazdır PDF

 

Hamburg-İslam Kuruluşları Sözleşmesi

Hamburg´da 2012´de İslam Kuruluşlarıyla imzalanan Devlet Sözleşmesi üç ayrı kümeyle beş yıllık bir ön çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar ayrı ayrı Hamburg Başbakanlık Müsteşarı´nın başkanlığında, çalışma sonuçlanana dek ortak hiçbir toplantı yapmamışlar, görüş alışverişinde bulunmamışlar ve tartışmamışlardır. Görüşmelerde, Hamburg Başbakanlık Müsteşarlığı ortak payda olmuştur.

  1. DİTİB, Şura (Milli Görüş), İslam Kültür Merkezleri (Süleymancılar),

  2. Alevi Kültür Merkezi

  3. Hamburg Türk Toplumu (TGH)

Hamburg Türk Toplumu TGH, dinsel bir kuruluş olmamasına karşın, bu çalışmaya özellikle çağrılmış ve laik kesimin temsilcisi olarak görüşlerine başvurulmuştur, katkışı alınmıştır. Ancak Sözleşme yalnızca dinsel kuruluşlarla imzalanmıştır. TGH´nın, çağdaş demokratik, hukukun üstünlüğü, laiklik, inançlara saygı, açıklık, insan hakları, kadın hakları, çağdaş örgün eğitim, katılımcılık gibi istemleri sözleşmeye yansımıştır.

Hamburg´da İslam Kuruluşlarıyla eyalet devletinin imzaladıkları bu „ Sözleşme“ 2005 yılında kiliselerle ve 2007 yılında Yahudi Cemaatı ile imzalanan ancak onlardan daha geride bir ilk deneme olarak, onlara biçimsel benzerlik gösteren yapıda ortaya çıkmıştır.

Sözleşmenin içeriği:

Anayasal düzeni kabul ve hukukun üstünlüğü, temel insan hakları, kadın hakları, inanç özgürlüğü, diğer inançları kabul etmek ve saygılı davranmak gibi çağdaş evrensel değerler öne çıkarılarak ve sıkça vurgulanarak, „barış içinde birlikte yaşamak ve entegrasyonu sağlamaya dönük“, „eşgüdümleme hukuku ve ortak hareket etme ilişlilerinin geliştirilmesi“ amaçlanmaktadır.

Maddeler olarak sıralanan ana başlıklar:

  1. İnanç örgürlüğü ve Hukaksal yön

  2. İnsan hakları ve kadın erkek eşitliği

  3. Bayramlar, önemli dinsel günler

  4. Egitim konusu

  5. Yüksek Öğretim

  6. Dindersleri

  7. Bazı kurumlarda dinsel hizmet/danışma

  8. Radyo-Televizyon Üst Kurulunda temsil hakkı

  9. Dinsel Kuruluşların Mal/Mülk hakları

  10. Cenaze Defin işleri

  11. İşbirliği, ortaklaşa etkinlikle

  12. Dostluk Özel Hükmü

  13. Yürürlük Yönergesi

Burada temel sorun, “ temsil yetisi ve yetkisi”dir. Bazı derneklere “gelecekte tüzel kişilik” vermek amacıyla, onlara dinsel/kurumsal bir yapı kazandırarak, tüm islami kesimlerin temsilcisi gibi göstererek, yetki ve sorumluluk vermek, bu yolla “tüm İslamı” esnek hukuksal denetim altına almak kaygısı ön plandadır. Kiliselerin örgütlenme yapısı temel alınarak varılmak istenen amaç doğrultusunda, İslamda olmayan bir kurumsal yapılanma oluşumu öngörülmüş ve hatta buna olanak ve destek sağlanması amaçlamıştır. Birisi hukuksak, diğeri dinsel iki “Bilirkişi Raporu” hazırlatılmıştır. „Bilirkişi rapaorları“yla salt “biçimsel” yönünden zorlanarak desteklenmesi olayın yapaysallğını örtememiştir, tersine daha belirginleştirmiştir. Olmayan yapıyı tartışmalı biçimde kurma girişimi ne derece başarılı olabilir ve geniş kesimlerce benimsenebilecek midir, sorularının yanıtlarını gelecek gösterecektir. Önce sözleşme, bunun desteğiyle arkasından yetkili/etkili dinsel tüzel kişilik yaratma girişimi, arabanın atların önüne koşulması gibi bir öznellik yanılsaması „biz yaptık oldu, siz kabul edin“ temel düşüncesi kuşkusunu yaratacak türdendir.

 

Sonuç olarak denebilir ki:

  1. Almanyanın Devlet ve Kiliseler olarak İslamı Almanya´da tanımaları ve kabul etmeleri olumlu nitel bir gelişmedir.

  2. Aleviliğin ayrı bir din/mezhep /öğreti olarak ilk kez devletçe tanınmış olması tarihsel bir olaydır.

  3. Sünni kesimden Milli Görüş ağırlıklı Şura´nın ve Süleymancı İslam Kültür Merkezleri gibi tarikatların tanınmış olması kendileri açısından bir başarıdır.

  4. DİTİB gibi devlete bağlı, geniş islami kesimlerin „resmi temsilcisi“, laik devlet//toplum kurumunun yukarıdaki örgütlerle aynı konumda olması, karmaşık yeni gelişmeleri içinde barındırması, çözümü zor bir sorundur…

  5. Bu sözleşme, genelde okullardaki örgün eğitim konusunda ve özelde „ Din Dersi“ verilmesinde kimi ciddi sorunlar içermektedir. Din Dersinin içeriğinin, öğretmeninin, ve dilinin belirlenmesinde ne gibi sorunların ortaya çıkabileceği uygulamalarda görülecektir

Sözleşmelerin, davranış kurallarının ancak toplumsal onay bulurlarsa, etkin gerçekleşme olanağı bulacaklarını tarih açıkça göstermiştir.

 

Son Güncelleme: Çarşamba, 03 Nisan 2013 11:07

Diğer Makaleler...

  • ''DOKTOR UÇABİLİRMİYİM ?''
  • Mayıs Şiirleri
  • 6 ayda bir giriş çıkışlar ve Almanya'da oturma müsadenizin iptali
  • ETKİNLİKLER_Ekim 14

Sayfa 1 / 112

  • «
  •  Başlangıç 
  •  Önceki 
  •  1 
  •  2 
  •  3 
  •  4 
  •  5 
  •  6 
  •  7 
  •  8 
  •  9 
  •  10 
  •  Sonraki 
  •  Son 
  • »

Site trafiği

ToplamToplam721484
3.82.52.91
Guests 69
Site tasarım ve uygulama: Erdem